14 Ağustos 2012 Salı

Baba'nın Oğluna Elini Uzatması Gereken En Önemli Nokta

   Koskoca bir dünyanın, küçücük bir ailesinde, dinini yaşamaya çalışan insanların arasında dünyaya geldim. Ergenliğe kadar ailemin yönlendirmesi ile hem dini hemde devlet eğitim sisteminde eğitime devam ettim. Ergenliğe kadar derken, herşey değişti o geceden itibaren..

   Bir gece, vucudumdan çıkan bir sıvı, içimi titreterek beni uyandırdı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, titreye titreye tekrar uykuya daldım. Ertesi gün okulda dün gece olan şeyi algılamaya çalışırken, '' Acaba herhangi bir hastalığım mı var?'' diye düşünmeden edemedim. Başta ne olduğunu anlamadığım ve o kadar da korktuğum için, annem ile konuşma kararı aldım. Babam kendinden bi haber yaşayan biri olması, onunla konuşmamı imkansız kılıyordu. Fakat anneme ne diyecektim? Anne bilmediğim birşeyler oluyor bana, bazen geceleri uyanıyorum ve birşeyler içimden akıp gidiyor sonrasın da ise titreye titreye, korka korka uykuya dalıyorum diyemedim. Herşeyin normale döneceğini düşünerek, ergenliğe girdiğimi ve bu değişimlerin olması gerektiğini öğreneceğim zamana kadar sabrettim.

   Birgün bizim mahalle de resim atölyesi olan ve bazı öğrencilere ders veren bir abimiz vardı. Biz arkadaşlarımızla sokakta top oynarken beni yanına çağırdı ve bana;

- Adam oldun mu? diye sordu.
- Kocaman adam oldum ben abi. diye cevap verdim.

   Daha sonra beni ofise götürüp, bir bardak kola ikram etti. Anlat bakalım diyerek konuya girdi. Erkeklerin belli dönemde başına böyle şeyler geleceğini ve buna ergenlik dediğini, erkekliğe ilk adım atma olarak nitelendirdi.

   Gecelerce korka korka uyandığım, kimselere birşeyler söylemeyip, kendimi hastalıklı ilan edip, hastalık belirtilerimi insanlar farkedene kadar da kimseye söyleyemeceğim dediğim şeyin, Aslında erkekliğe ilk adımın olduğunu öğrendim....

   Baba olmak, evlendikten sonra, çocuk yapmak değil çocuğunuzun en zor dönemin de, o size birşeyler anlatamasa bile sizin onu anlayabilmeniz demektir...

29 Mart 2012 Perşembe

Mehmet'in Döndüğü Nokta


   Masumdu bir zamanlar, iç sesinin bir gün bütün hayatını esir alacağından habersiz.
  
   Doğunun bir şehrinde dünyaya gelmişti Mehmet. Doğu da sadece yaşam standartları değil, insanların otoriteleri de sertti. Ailesinin geçim sıkıntısı, bütün çocuklarına yansımış ve var gücüyle çalışmak, en büyük zamanlarını almış Mehmet'in. Daha çok küçük yaşlarda annesini kaybetmiş. Hayatın ona oynayacağı en büyük oyunların birincisini, daha 4 yaşında yaşamıştır. Üvey anne elinde büyümek zorunda olan bir erkeğin benimseyeceği gibi, oda gücü benimsemiş ve yıllarca bunun için savaş vermiş. Küçük yaşta paranın gerçek yüzünü görüp başlamış çalışmaya. Bütün arkadaşları oynarken sakız satmak ve hayal ettiği gücü kurmak için çabalayıp durmuş. Kendine ve ailesine rahat bir hayat sürdürmek için. Babasının durumu iyi olmasına rağmen hep bir burukluk, bir kırgınlık kalmış. Babasından o kadar korkar ki Mehmet, bu kırgınlığı kendine bile itiraf edemez hayatı boyunca. Zamanla babasının durumu, iyiden iyiye gitse de o kabul edemez babasının bu kadar iyi durumda olmasını ve her zaman ben iyi olacağım diye savaş verir. Tam kazanmaya başlarken, bir trafik kazasıyla hayat büyük bir oyun oynar Mehmet'e. Bir sene boyunca kazandıklarını harcamak zorunda kalır, hastalığının iyileşmesi için. Sonunda anlar ki babasına kızması, onun için hiç bir zaman hayırlı olmayacaktır. Babasıyla beraber çalışmak için, ellerini öper babasının ve baba oğul çalışmaya başlarlar.

   Yaşı gelmiştir artık Mehmet'in aşk denen duyguyu tatmaya. Fakat kafasında kurduğu aşkın bulunduğu sınırlar içerisinde olmadığına inanır ve başka bir şehirden bir kız ile tanışır. Kıza o kadar aşık olur, o kadar çok sever ki; yaşadığı cinselliğin onlar için hazzı mükemmel olur. Sonunda aşkın tek seferde onun olacağına inanıp, hayatına bir daha kötü bir oyun oynamayacağına inanır. Sevgilisi hamile kalır, bu oyunun başlangıcı demektir oysa. Üniversite öğrencisi sevgilisi, anne olmak için zamanı olduğunu düşünerek kabul etmez, Mehmet'in daha dünyaya gelmemiş çocuğunu. Mehmet bir şeyler yapmak, çocuk dünyaya gelmek zorundadır. Çünkü Allah'ın ona verdiği bir lütuftur. Fakat sevgilisi Mehmet'ten habersiz kıyar karnında ki cana. Mehmet, tekrar hayattan bir darbe yemiş, aşk denen şeyin bir daha asla kalbine girmemesi içi mühürlemiştir bütün bedenini. Sevgilisinin bu davranışı, onu kadınlardan soğutmuş hayatına bundan sonra kadın sokmayacağına dair söz vermiştir.

   Aradan yıllar geçmiş, Mehmet hayatın ona oynayacağı oyunları bekleyerek bulmuş kendini. İstanbul'a yerleşmiş, kendini burada ki pisliğin içine öyle dalmış ki; artık hayatın oyunlarıyla dalga geçiyor, insanlarla o oyun oynamaya başlamış. Oysa ki, kendi memleketinde kirli oyunlar bilmeyen insanlarla büyüyen Mehmet, bu kadar kötü bir dünyanın olacağını nerden bilebilirmiş ki…

  

8 Mart 2012 Perşembe

Sadece Yatağıma Girip Çıkmadılar mı?

   Neydi beni benden alan, içimdeki sesi susturan ve bedenime bu zulmü yaptıran.
   
   Her seferinde suçlamadık mı şeytanı, yine bizi kandırdı diye. Günahlarımızın bedelini ödemekten korktuğumuz için değil miydi, bu dünyada şeytana yüklediğimiz günahlarımız. Eninden sonunda öğrensek de, hiç bir zaman kabul etmedik mi bizdeki şeytanı? İçimizdeki ses bize her zaman yapma derken, vücudumuzun esiri olmadık mı?  Tüm soruların cevapları bizdeyken, yaşamadık mı bütün bunları?

   Zaman geçiyordu, birileri bu dünyaya gözünü yumarken, birileride yeni açıyordu gözlerini. Ne kadar garipti değil mi dünya, gözümüzü açarken hiçbir şeyden habersizdik. Şeytana bile günah yükleyecek kadar kirleneceğimizi nasıl bilebilirdik. Bebekken iç sesimizle hareket eder, insanların söylediklerini algılamaya çalışırdık. Zamanla insanlarla yetinmeyip, kendimizi anlamaya başladık ve zamanla kendimizi de geçip, dinleyecek bir şeyler kalmayınca, bedenimizi dinlemesini başardık. İyi olmayan bir başarıyı kazandık. Bedenimizin bitmek bilmeyen esareti altına girmiş bulunduk, içimizdeki sesin mezara kadar bizimle geleceğini bile bile. Ömür boyu o sesin bize vicdan azabı çektireceğini bile bile. Hiç bir zaman ölmeden ölümün nasıl bir duygu olduğunu anlayamadık. Bu yüzden de vücudumuzun esiri olmadan da bunu anlayamayacağımız gibi. Geri dönüşü yoktu, tıpkı ölümden dönülmediği gibi. 

   Bir kere girmiştik vücudumuzun esareti altına, ruhumuzdaki o ses beni görmezden gelemezsin, bensiz bir bedeni bedenine dokunduramazsın dedikçe, bilerek yapmadık mı? Dönüşü yoktu artık, ruhumuzu teslim etmiş bedenimizin yaşamasına izin veriyor, onunla mutlu olmaya çalışıyorduk. Ansızın yatağımıza birilerini alıyor, o ani hızla birilerini çıkarıyor, sözde geri gelmeyecek olan gençliğimizin tadına bakıyorduk. Nasıl olsa zamanı geldiğinde, bütün pişmanlıkları yaşayacak, şeytana yüklediğimiz bütün günahların bedelini ödeyecektik. Böylece gittiğinde geri gelmeyecek olan gençliğimizin tadına varıyorduk. O kadar hızlıydı ki bedenime başka ellerin değmesi, birileri kimseye dokunmadığını söylediğin de, onlara asla inanmadık kendimizi onun yerine koyarak. Bazen yanımızda horul horul uyuyan biri varken, düşüncelere dalar neden bu benim yanımda yatıyor diye kızmadık mı içimizde ki pişmanlıkla. Her bedenimizi rahatlattığımız da, içimizdeki sesin bir adım daha sesini kısmadık mı? 

   Bütün bunları küçücük bir sayfaya sığdırıp, yine devam etmeyecek miyiz böyle gelip böyle geçen devrana...

29 Şubat 2012 Çarşamba

Saflığını Elinden Aldılar Ya Vicdanını?

  Oynandı bir kere...

  Geri geldiğinde eskisi gibi saf olmayacak duygularım. Bunu bile bile yaşamak zorunda olmak, insanlara duygularım varmış gibi davranmak ve böyle bir ömür yaşamak. Ne çare her zaman ki gibi ''Acı Gerçekler'' deyip kabullendim başıma gelen her şeyi. 

  Hayatın bir köşesinde tutunmaya çalışırken, bütün zorluklara göğüs germeye, hayatın sözde ''cilve'' dediği kazıkları yerken, saf duygularımı geri kazanma isteğim, erişilmeyecek bir ciğer halinde gözümün önünden kayıp gitti. 

  Tertemizdim oysa, dünyaya gözlerimi ilk açtığımda, ciğerlerime aldığım ilk nefesle ağladığım gün. Kim bilirdi ki daha dünyaya gelir gelmez gözyaşı dökeceğimizi. Kirlenmişti bir kere akıp giden gözyaşlarımla beraber duygularım. Bunu yapan kendine ''insan'' deyip, kendi ırklarıyla birlikte yaşamaya devam etti. Belki de o da bu düzene benim düştüğüm gibi düşmüş, birileri de onu kandırıp bütün saflığını elinden almıştı. Fakat kim gelirse gelsin alamayacağı tek şeyi vardı bizlerin. ''Vicdan''. Onu kim alıp götürmüştü. Kabullenemediğimizde saf duygularımızın tamamen elden gittiğini, onuda biz yok etmiştik. Ya ben? Başıma gelenleri kabul etmiş, gözyaşlarımı içime akıtarak vicdanımın beni terk etmesine neden izin vermiyordum. Bunu asla yapamayacağımı bildiğim halde bile, darbe üstüne darbe yerken hep vazgeçmiştim aldığım karardan. Ölene kadar vicdanımı ruhumda saklayacak, ne kadar kötü olursam olayım, asla kimseye bana yapılanı yapmayacaktım. 

  Bu düzene öyle bir ayak uydurdum ki; ''aşk''ı cinsel dürtülerini tatmin etmek isteyen insan topluluğu ile birlikte yaşıyordum. Her an duyduğum yalanlar, binlerce güzel iltifatlar ve bedenime sahip olmak için, kendisini köle yerine bile koyan insanlar. Ya sende bunların arasına gireceksin, yada her şeyden kendini soyutlayıp, ara sıra o insanlar gibi davranıp, bunu kendine bile söylemeyeceksin. Seçim hakkı bu sefer bana aitti, seçimimi yapıp onlardan soyutladım kendimi. Arada sırada kendime bile söyleyip kabul edemediğim, o insanlar gibi davranıyor, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam ediyordum.

  Bir gün anlayacaktım ki, zaman öyle bir tekme atacak ve bir daha ne yerimden kalkabileceğim, nede birileri elini uzatacak ve o zaman iş işten çoktan geçmiş olacak...